Descartes - Yöntem Üzerine Konuşma

Fransızca'dan çeviren ve açıklamaları yazanlar:

Afşar Timuçin - Yüksel Timuçin


YÖNTEM ÜZERİNE KONUŞMA

VE DESCARTES ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

Yöntem üzerine konuşma, Descartes'ın birinci dönem yapıtlarındandır. 1618'den 1637'ye kadar sürmüş olan bu birinci döneminde, Descartes bir filozoftan çok bir bilim adamıdır; dünya üzerine, insan üzerine, insanın evrendeki yeri üzerine evrensel bir bilim geliştirmeye yönelir. 1637'den sonranın Descartes'ı bir bilim adamı olmaktan çok bir filozoftur ya da bir metafizikçidir. Asıl adı Discours de la méthode, pour bien conduire la raison et chercher la vérité dans les sciences, plus la dioptrique, les météors et la géométrie qui sont les essais de cette méthode (Usu iyi yönetmek ve bilimlerde doğruyu aramak için yöntem üzerine konuşma ve bu yöntemin denemeleri olan dioptrik, meteorlar ve geometri) olan bu kitabın bugün yalnızca altı bölümlük Yöntem üzerine konuşma bölümü ilgi çeker. Kitabı oldukça kalınlaştıran öbür bölümler bugün için yalnızca bilim tarihi uzmanlarının ilgisini çekebilir.

Yukarıda yaptığımız ayrımı, bilim adamı ve filozof ayrımını, Descartes için derinleştirmemek gerekir. Descartes bilimlerin felsefeden kopmaya başladığı o dönemlerde çalışmalarını sürdüren bilim adamlarının tersine, bilimi her zaman felsefi bir bakış açısı içinde bütünleştirmeye özen göstermiştir. Descartes, pek belirgin bir biçimde, çağının bilim adamlarının yalnızca teknik sorunlar çerçevesinde sınırlandığını görecek, onların tuttuğu yoldan daha değişik bir yol tutacaktır. Gene de 1618-1637 arasında Descartes özellikle bilimsel konulara eğilir. Onun bu konularda, özellikle fizyoloji alanında ortaya koymuş olduğu bilgilerin bugünkü bilgilerimiz karşısında pek bir anlamı kalmadığını söyleyebiliriz. Özellikle Ortaçağ boyunca ölü kesmeyi yasaklayan kilise çevreleri insan bedeninin yapısını ve işlevlerini bilmek için çaba gösterenlerin gözünü korkutmuştu. Flaman anatomi uzmanı Vesalius'un (1514-1564) başına gelenler bu baskının en belirgin tanığıdır.

Hegel'in gerçek bir değerbilirlikle "modern felsefenin kurucusu" dediği Descartes 31 Mart 1596'da La Haye'de (Touraine) doğdu. Rennes parlamentosunda danışmanlık yapmış olan babası Joachim Descartes oldukça zengin bir kişiydi. Annesi Jeanne Brochard onu doğurduktan bir yıl sonra bu dünyaya gözlerini kapayıvermişti. On yaşında Cizvitlerin Collège Royale de la Flèche okuluna giren Descartes on sekiz yaşında bu okuldan ayrıldı, iki yıl sonra yani 1616'da Poitiers'de hukuk öğrenimini tamamladı. Askerlik mesleğini seçerek 1618'de Moritz von Nassau'nun, 1619'da Bavyera seçicisinin, 1621'de Bocquoy kontunun ordularına girdi; böylece Almanya'yı, İsviçre'yi, İtalya'yı, Hollanda'yı, Macaristan'ı, Polonya'yı dolaştı. 1627'de ünlü La Rochelle kuşatmasına katıldı. 1628'de Hollanda'ya çekildi ve kendini felsefeye adadı. Hollanda'nın Francher, Amsterdam, Deventer, Utrecht, Leiden, Endegeest, Egmond ve özellikle Alkmaar gibi kentlerinde dingin bir yaşam sürdü. Bu arada üç kez Fransa'ya gitti. 1649'da İsveç kraliçesi Kristina onu yanına çağırdı. Sarayda büyük ilgi gören, bu arada bir de bale yazan filozofun güçsüz bedeni İsveç'in soğuklarına dayanamadı. Descartes 1650'de Stockholm'de zatürreeden öldü.

Descartes'ın düşünce yaşamında en çok etkili olmuş olan kişi ünlü bilim adamı Isaac Beeckman'dır. İki düşünce adamı 1618'de karşılaştılar. Descartes kendisinden sekiz yaş büyük olan bu kişiye büyük bir saygıyla bağlandı. Isaac Beeckman, Caen Üniversitesi'nden ünlü bir tıp doktoruydu; matematikle ilgileniyor, matematik-fizik alanında önemli çalışmalar yapıyordu. Descartes ilk incelemesi Compendium musicae'yi (Müzik özeti) Isaac Beeckman için yazmıştır. "Müziğin konusu sestir, amacı hoşa gitmek ve bizde çeşitli tutkular uyandırmaktır" diye başlayan bu incelemenin bugün için büyük bir önemi yoktur. Ancak Descartes'ın Beeckman'la dostluğu Beeckman'ın ölümüne (1637) kadar sürmüştür. Descartes'ın Beeckman'a yazdığı mektuplar her satırında sarsılmaz bir dostluğun inceliklerini yansıtır. Örneğin Descartes 26 Ocak 1619 tarihli mektubunda şöyle der: "Mektubunuzu aldım, bekliyordum zaten. Ona göz atar atmaz müzikle ilgili notları görünce içim sevinçle doldu: beni unutmadığınızı daha nasıl gösterecektiniz? Bir şey daha bekliyordum, o benim için daha önemliydi: ne yaptınız, ne yapıyorsunuz, sağlığınız nasıl? İnanın bana, yalnızca bilimi düşünüyor değilim, sizi de düşünüyorum; yalnızca düşüncelerinizi değil, düşünceleriniz çok önemli ama, bütün bir insan olarak sizi düşünüyorum."

Descartes, ulusal dillerin Avrupa'da yeni yeni kendini bulduğu bir yüzyılda bazı yapıtlarını Latince, bazı yapıtlarını Fransızca yazmıştır. İlk incelemeleri Compendium musicae (1618) ve Regulae ad directionem ingenii (Usun yönetimi için kurallar) (1631) adlarından da anlaşılacağı gibi Latince yazılmıştır. Discorus de la méthode (Yöntem üzerine konuşma) Fransızca yazılmıştır ve 8 Şubat 1637'de Leyden'de Jean Maire yayını olarak çıkmıştır, filozofun basılan ilk yapıtıdır. Kitabın Latince çevirisi 1644'te yayımlandı, çeviriyi Descartes basılmadan önce gözden geçirdi (yayımcısı L. Elzevier). Yöntem üzerine konuşma bütünsel bir yapı ortaya koymaz, her bölüm ayrı bir konuyu işler. Bölümler arasında bağlantı bulunmadığı gibi, bazı düşünce tutarsızlıkları da görülür. Örneğin birinci bölümde neredeyse tümüyle mahkûm edilen Stoa felsefesi üçüncü bölümde benimsenir. Kitap ayrı ayrı makalelerden oluşmuş gibidir, belki de bu makaleler çok değişik zamanlarda yazılmıştır. Bu parçalı kitabın en önemli yanı Descartes'ın düşüncesindeki gelişimle ilgili tarihsel çizgiyi ortaya koyuyor olmasıdır.

Descartes'ın bir başka önemli kitabı Meditationes ilk olarak 1641 ve 1642'de Latince yayımlandı. 1641'de yapılan birinci baskı Paris'te Michel Soly yayınevinin baskısıdır: Renati Descartes, Meditationes de prima philosophia (René Descartes, İlk felsefe üzerine düşünceler). Kitaba altı bölümlük eleştiriler toplamı ve bu eleştirilere Descartes'ın verdiği yanıtlar eklenmişti. 1642 baskısı Amsterdam'da L.Elzevier Yayınevince yayımlandı, bu baskıya yalnızca birinci eleştiri eklenmişti. Kitabın Fransızca çevirisi 1647'de Paris'te Veuve Jean Camusat ve Pierre le Petit'de Méditations métaphysique de René Descartes (René Descartes'ın metafizik düşünceleri) çıktı. Çeviriyi Luynes Dükü yapmıştı ve birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, altıncı eleştirilerin çevirileri de kitaba eklenmişti. Çeviriyi Descartes baştan sona gözden geçirmiştir. Beşinci eleştirinin yerine Descartes'ın bir açıklaması konulmuştur.

Les Principes de la philosophie (Felsefenin ilkeleri) ilkin L. Elzevier'de 1644'te yayımlandı, Latince olarak çıktı: Renati Descartes, Principia philosophiae (René Descartes, Felsefenin İlkeleri). Yapıtın Fransızca çevirisini rahip Picot yapmıştır, çeviriyi Descartes gözden geçirmiştir. Yapıt 1647'de Paris'de Henri Le Gras'da çıktı. Felsefenin İlkeleri Descartes'ın daha önceki felsefe çalışmalarının geniş bir özeti gibidir ya da daha önceki çalışmalarıyla ilgili geniş çerçeveli bir açıklamadır. 1649'da Les Passions de l'âme (Ruhun Tutkuları) Hollanda'da basıldı. Yapıt İsveç kraliçesi Kristina'ya yollanmıştı. Descartes bu kitabında tutkular adı altında insan ruhsallığının çeşitli olgularını incelemiştir. Ruhun Tutkuları bir ruhbilim araştırmasıdır, aynı zamanda ahlak konularıyla pek ilgilenmeyen Descartes'ın insan ruhsallığından giderek geliştirdiği bir ahlak araştırmasıdır. Filozofun sağlığında basılmış olan yapıtları bunlardır.

Şimdi filozofun ölümünden sonra basılmış olan yapıtlarını görelim. Daha önce adını andığımız Compendium Musicae 1650'de Amsterdam'da çıktı. 1662'de Leiden'de Traité de l'homme'un (İnsan İncelemesi) Latince bir çevirisi yayımlandı. 1664'te Jacques Le Gras Le Monde de M.Descartes ou le traité de la lumière'i (Bay Descartes'ın dünyası ya da ışık incelemesi) yayımladı. 1657'de Charles Angot Lettres de M. Descartes'ı (Bay Descartes'ın mektupları) çıkardı. 1659'da mektuplardan bir cilt daha çıktı. 1664'de L'Homme de René Descartes (René Descartes'ın İnsanı), bir de Traité de le formation de foetus (Ceninin oluşumu üzerine inceleme) çıktı. Descartes'ın daha önce adını andığımız çok önemli ve bitmemiş yapıtı Regulae ad directionem ingenii (Usun yönetimi için kurallar) gün ışığına çıkmakta geç kalmış, bu arada elyazmaları yitip gitmişti. 1648'de yapılan Flamanca basılan bir kopyadan yararlanılmıştır. Regulae'nin Latince baskısı 1701'de çıktı. Bu kitapta yöntemle ilgili pek çok sorun ele alınır, ancak yalnızca yöntemin uygulamalı yanıyla ilgilenilir, köklü bir yöntem araştırmasına gidilmez. Kitapta on ikişer kuralı içeren üç bölüm olacaktır. Ne var ki filozof ilk on sekiz kuralı incelemiş, onları izleyen üç kuralı bildirmiş ama incelememiş, kalanına hiç dokunmamıştır.

Descartes felsefesi skolastik felsefeye kökten bir karşıtlığı içerir, bir tür karşı-skolastik'dir. Bacon (1561-1626) ve Descartes bize yeni düşüncenin temellerini sunarlar. Bu yüzden Leibniz, skolastiklere Descartes kadar katı bakmasa da Descartes'ı şu sözlerle yüceltir, onun yeni düşünce için önemini şu sözlerle belirtir: "Hep söylerim, Descartes'çı düşünce doğru bilgiye geçiş yeridir, bu yerden geçmeden doğru bilgiye varmak zordur." Leibniz skolastikleri şu sözlerle savunur: "Ama onlar bizim yeni filozoflar topluluğunun sandığı gibi ne öylesine doğruların uzağındadırlar, ne de öylesine gülünç durumdadırlar." Leibniz'e göre skolastiğin küllerini karıştırırsak derinde bir yerlerde nice değerli maden bulabiliriz.

Descartes felsefesinin temelindeki sorun felsefenin en eski sorunudur: değişenle, akıp gidenle değişmez olanın karşıtlığıdır. Buna göre ruhsal olanla maddesel olanı birbirinden ayırmak gerekir. Ruhsal olan ya da tanrısal olan kalıcıyı, mekanik bir düzende varolan maddesel şeyler de geçiciyi belirler. Descartes'ın yüzyılı bir mekanikçilik yüzyılıdır, ancak bu arada Tanrı'nın varlığını da gözden kaçırmamak gerekir. Bu yüzyıl aynı zamanda matematiğin öne çıktığı bir yüzyıldır. Descartes bir bilgin ya da bilim adamı olarak bu dünyayı, metafizikçi olarak da aşkın dünyayı ve aşkın dünyayla bu dünya ilişkisini ele alır. Galileo Galilei (1564-1642) iki ayrı bilimi yani fizikle matematiği evlendirmiş ya da matematik-fiziği kurmuş, böylece çağdaş bilim kavrayışının oluşmasında ilk büyük adımı atmıştı, bir başka deyişle çağdaş göreli ve ölçmeci bilim kavrayışının temellerini atmıştı. Descartes da mekanikçi fizyolojinin ve fizyolojik ruhbilimin kurucusu oldu, bu arada biyoloji alanında belirlenimci bir bakış geliştirdi, cebir işaretlerini basitleştirdi ve analitik geometriyi temellendirdi.

Metafizikçi ya da filozof Descartes, felsefesini bir öngörüyle birden bire kurmak gibi bir yol tutmayı düşünmeden, ilkelerini araya araya, yavaş yavaş belirledi ve bu arayışının öyküsünü yazmaktan geri durmadı. Sağduyu diye de adlandırdığı usun, dünyanın en iyi paylaştırılmış şeyi olduğunu söylerken hıristiyan felsefesinin bakış açısıyla tersleşiyordu. Örneğin Aziz Augustinus, zihnimizde kuşkuyu gerektirmeyecek biçimde hazır bulduğumuz tanrısal kaynaklı bilginin hepimizde eşit olamayacağını benimsiyordu. Descartes bu dinci görüşün karşısına şöyle çıkar: "Doğru yargılama ve doğruyu yanlıştan ayırma gücü, sağduyu ya da us diye adlandırılan güç, doğal olarak bütün insanlarda eşittir." Kişinin düşünce yolunda verimli sonuçlar alamamasının tek nedeni usunu iyi kullanamıyor olmaktan başka bir şey olamazdı.

Yavaş ilerlemek, kuşkuyu elden bırakmamak Descartesçı yöntemin temelini oluşturur. Bazı eski filozofların, özellikle Pyrrhon'un (M.Ö. 365-275) doğru bilginin varlığını yadsıyan olumsuz kuşkuculuğu Bacon'da ve Descartes'da olumlu kuşkuya dönüşecektir. Olumsuz kuşkucu, bilginin evrenselliğini yadsıyarak işe başlar. Yeniçağın kuşkucuları şöyle düşünecektir: ancak kuşkuyla yola çıkarsak doğru bilgiye ulaşabiliriz, kesinliklerden yola çıkmak yanılmayı göze almak demektir. Descartes'da doğru bilginin başlıca kaynağı apaçıklıktır. Filozofun yöntemi kuşkuculuk temeline dayanır, onun kuşkusu yöntemli kuşkudur: doğruyu elde etmek için kuşkulanmak bir zorunluluktur. Her şeyden kuşkulanabilirim, ancak kuşkulanamayacağım bir şey vardır, o da kuşkulanan ben'in kendisidir. Aziz Augustinus kuşkuyu ortadan kaldırmak için "kuşkulanıyorsam varım" demişti. Descartes da her şeyden kuşkulana kuşkulana "cogito ergo sum"a yani "düşünüyorum öyleyse varım"a ulaşır.

Descartes felsefesi öncelikle bir yöntem felsefesidir. Eski filozoflar yöntemli olma ya da en azından tutarlı düşünme çabası içinde yöntem sorununu enine boyuna tartışmamışlardı. Yöntem sorununun tartışılması Bacon ve Descartes'la başlar. Bacon Aristoteles'in Organon'unu düşünerek Novum organum'u yazmıştı. Descartes pekçok çalışmasında yöntem sorununa ağırlık verir. Yöntem sorunu önemlidir, çünkü eski filozofların sandığının tersine salt ussallıkla her sorunu çözmemiz olası değildir, usu ussal yöntemlerle donatmak gerekir, ussal etkinlik her zaman yöntemle desteklenmelidir. Yani mantık yöntem değildir ya da yöntemi vermez, Descartesçı yöntemin temel kuralı apaçık olmayan hiçbir şeyi doğru diye almamaktadır. Bir başka kural bütünün içinde temel olanı ya da en basit olanı bulmak, o en basit olandan bileşiğe doğru ilerlemektir. Bu bakış açısı filozofun matematiğe olan aşırı bağlılığıyla ilgilidir. Descartes'ın yöntemi matematik yöntemdir demek gene de doğru olmaz, ancak onun yönteminde matematiksel kavrayışın büyük bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz.

Descartes cogito deneyinde ortaya koyduğu ben kavrayışından giderek metafiziğini temellendirir; bu bakış elbette hıristiyancı bakış açısına ters düşer. Hıristiyancı bakış açısı Tanrı kavramını hiçbir kuşku duymadan en başa yerleştirir ve Tanrı'dan bene ulaşır. Oysa Descartes Tanrı'yı bende bulmuştur. Tanrı'ya benden giderek ulaşmıştır. Burjuva düşünce dizgesinin egemen olmaya başladığı ve ben kavramının öne çıktığı bir dönemde Descartes'ın beni başa koyması elbette bugün bizim için yadırgatıcı değildir ama o zaman için çok yenidir. Böylece Descartes, benden giderek, dünyayı özgürce yaratan Tanrı fikrine ulaşır ve ondan, onun varlığından maddesel dünyayı türetir. Böylece başlangıçta belirttiğimiz karşıtlık, ruhsal töz ve maddesel töz karşıtlığı bir uzlaştırmayla, iki tözün yanyana ya da altlı üstlü koyulmasıyla aşılmış olur. Böylece uzamda ve zamanda yer kaplamayan tözden devingen ve uzamlı töze az çok yumuşak bir geçiş yapılmış olur (daha yumuşak bir geçiş Leibniz'de olduğu gibi heptanrıcılığa yakın bir bakışı ya da Spinoza'da olduğu gibi doğrudan doğruya heptanrıcı bir bakışı gerektirecektir).

Descartes maddede tam bir mekaniklik bulur, maddesel olguların tümünü devinimle açıklar. Devingen olan uzamda olandır, yer kaplayandır. Düşünceyle ruh aynı şeydir ve "İnsan ruhu tanrısal bir şeylere sahiptir." İnsanda ruh ya da düşünsel olan, bedenle birleşmiştir. Bu birleşme kozalaksı bez'de gerçekleşir. Aristotelesçi bir anlayışla skolastikler ruhu beden için bir "biçim" saymışlardı. Descartes ruhla maddeyi ya da bedeni iki ayrı töz olarak belirlemiş, her ikisini insan varlığında kesinlikle birbirinden ayırmıştır. Ancak, Descartes'a göre hiçbir şey, "ruhun üzerinde onunla ilişkili olan beden kadar etkide bulunamaz." Ruhta tutku ya da edilim olan şey bedende edimdir. Descartes, Ruhun tutkuları'nda "Ruh bedenin tüm parçalarıyla ayrılmaz bir biçimde birleşmiştir" der. Demek ki tutkular ruhta gerçekleşirler ama onların kaynağı bedendir, bedendedir. "Üyelerin sıcaklığı ve devinimi bedenden, düşünceler ruhtan gelirler."

Her felsefe gibi Descartes felsefesi de çağının bilincini belli bir açıdan içselleştirir. Onda XVII. yüzyıl bilim ve felsefe dünyasının temel kavrayışları belirginleşir. Descartes, skolastikleri araştırmadan bildiren düşünürler olarak belirlerken birçok belirlemelerini salt gözlem ve ussal çıkarım üzerine kurarak pek çok yanılgıya düşmüştür. Bu onun zayıflığı değil, felsefenin ve bilimin yazgısıdır: kimse bilimde ve felsefede her şeyi son açıklamalarına götürebilecek kadar öngörülü değildir; bilim ve felsefe yapmak yanlışa düşmek özgürlüğünü kullanabilmekle olasıdır. Bilim adamı Descartes havada dolaşan tozları hava atomları yerine alabiliyor, fizyolojik açıklamalarında temelsiz yargılar öne sürebiliyordu, daha neler neler... Düşüncenin kaçınılmaz yazgısıdır bu, filozof arayışlarında yürekli olmak zorundadır. "Kepler yıldızların arkasına onları yörüngesinde götüren bir melek yerleştiriyor, gelgit olayını 'nemli yıldızların erdemi'yle açıklıyordu. Galilei 'boşluğun gücü' kavrayışını koruyor, sonuçsal nedenlerin varlığını öneriyordu. Descartes bu metafizik kavramları bilimden kesinlikle uzaklaştırmıştı. O, büyük bir yüreklilikle, tüm doğa olgularını yalnızca mekaniğin ve geometrinin aydınlık yasalarıyla açıklamaya çalıştı. Elbette bilimi metafizikten kesinlikle ayırmıyordu, çünkü metafizikte tümden gelimin çıkış noktasını buluyordu. Ama başa metafiziği koyarken özellikle bilimin nesnel değerini korumaya çalışıyordu." (L. Debricon).

Elinizdeki çeviri Yöntem üzerine konuşma'nın ilk çevirisi değil. Descartes'ın öbür kitaplarını olduğu gibi bu kitabını da daha önce Mehmet Karasan çevirmişti. Bizim elimizde çevirinin 1962 tarihli ikinci baskısı var. Karasan çevirisi dil açısından oldukça eskidir, yalnızca sözcükler değil anlatım da bugünkü dilimize uzak düşmektedir. Buna göre bu çeviriyi eski sözcüklerin yerine yenilerini koyarak anlamak da pek kolay değildir. Bu söylediklerimiz elbette toplumsal dönüşümlerle gelen dil değişiklikleriyle ilgilidir, yoksa Karasan çevirisinin uyarlı bir çeviri olduğu tartışma götürmez. Bir kitap daha önce çevrilmişse, o çeviriden yararlanmak yeni çeviriciler için bir zorunluluktur. Biz de Karasan çevirisinden yeterince yararlandık, diyebilirim ki bu çeviri olmasaydı bazı şeyleri yanlış anlayabilirdik. Bu söylediklerimizden baştan sona Karasan çevirisini izlediğimiz gibi bir anlam çıkarılması yanlış olur. Çeviriyi yaparken Karasan'la uyuşmadığımız çok nokta oldu. Bu da çeviri denilen işin nasıl güç bir iş olduğunu gösteriyor.

Bu tür temel kitapların bir ya da iki çevirisinin değil birçok çevirisinin olması gerekir. Her çeviri özgün yapıta ayrı bir yaklaşım olacaktır. O koşullarda değişik metinlerden giderek özü yakalamak daha kolaydır. Ancak düşünce dünyamızın koşulları böyle bir zenginliği yazık ki olası kılmıyor bugün. Temel kitapların elimizde bir ya da iki çevirisi varsa bu da az şey değil. Çünkü bu tür kitaplar ancak uzmanının çevirmesi gereken kitaplardır. Bir filozofu yakından tanımıyorsanız onun terimlerini yanlış aktarabilirsiniz. Asıl güçlük Descartes'ın anlatımından ya da dilinden geliyordu, bu da XVII. yüzyılda Fransızca'nın henüz bugünkü yapısına kavuşmamış olmasıyla ilgilidir. Avrupa'da ulusal dillerin aşağı yukarı bir yüzyıldır oluşmaya başladığı bir dönemin yazarı olarak Descartes elbette bugünkü Fransızca'dan oldukça uzak bir Fransızca'yla yazacaktı. XVIII. yüzyılın felsefe kitapları bile bize bu anlamda büyük güçlükler çıkarır. Bugünkü anlatım, Fransızcada ancak XIX. yüzyılda oluşmaya başlamıştır.

Descartes'ın anlatım biçimi, özellikle noktalı virgüllerle bağlanan cümleciklerin oluşturduğu uzun cümleleri okuyucuya zaman zaman güçlük çıkarabilecektir. Ancak bu güçlüğün Descartes düşüncesiyle ilgili olmadığını, Descartes düşüncesinin bir özelliği olmadığını rahatça söyleyebiliriz. Descartes "Zor şeylerin daha güzel olduğuna inanmak ölümlülerin ortak yanlışıdır" diyecek kadar, "Yöntemden kesin ve kolay kuralları anlıyorum" basitten, yalından, apaçıktan yana bir filozoftur, o her zaman yazdıklarının bir roman gibi kolay anlaşılmasını istemiştir. Dil zorluğu dışında Descartes düşüncesinin herhangi bir zorluğu yoktur. Yöntem üzerine konuşma Descartes düşüncesinin tarihsel gelişimini ortaya koyan bir kitap olmakla bir tür romandır zaten, bu arada bir arayışın belgesidir: Descartes felsefesinin oluşumu o zamanlar henüz tamamlanmamıştır. Ancak bu yapıtta Descartes felsefesinin gelecekteki gelişmeleri birer taslak olarak yer almaktadır. En önemlisi de kitabın bize önerdiği yöntem kavrayışının henüz çok taze oluşudur: üç yüzyıldır bizler özellikle yöntem açısından Descartesçı bir kavrayışı temel alıyoruz. Nasıl Descartes'dan geçmeden çağdaş düşünceyi kavramak olası değilse, Yöntem üzerine konuşmadan geçmeden de Descartes'ı kavramak olası değildir.

Afşar Timuçin

İstanbul, Eylül 1998

YÖNTEM ÜZERİNE KONUŞMA

USUNU İYİ KULLANMAK VE BİLİMLERDE DOĞRUYU ARAŞTIRMAK İÇİN

Bu konuşma tümü bir defada okunmak için çok uzun görülürse altı bölüme ayrılabilir. Birincide bilimlerle ilgili çeşitli belirlemeler, ikincide yazarın aradığı yöntemin başlıca kuralları, üçüncüde bu yöntemden çıkardığı ahlak kurallarından bazıları, dördüncüde metafiziğinin temellerini oluşturan Tanrı'nın ve insan ruhunun varlığını kanıtlamasını sağlayan nedenler, beşincide fizikle ilgili olarak araştırdığı sorunların düzeni ve özellikle yüreğin deviniminin ve hekimlikle ilgili bazı başka güçlüklerin açıklaması, sonra da ruhumuzla hayvanların ruhu arasındaki ayrım ve sonuncuda doğanın araştırılmasında şimdikinden daha ileri gitmek için gerekli olduğuna inandığı şeyler ve bu konuşmayı hangi nedenlerle yazdığı bulunacaktır. (1)

BİRİNCİ BÖLÜM

Sağduyu dünyanın en iyi paylaşılmış şeyidir: çünkü her kişi ondan çok iyi pay almış olduğunu düşünür, her şeyden çok güç hoşnut olanlar bile kendilerinde bulunan sağduyudan daha çoğunu istemeye alışık değildirler. Bu konuda herkesin yanılması olası değildir: ama bu daha çok aslında sağduyu ya da us denilen iyi yargılama ve doğruyla yanlışı ayırt edebilme gücünün doğal olarak tüm insanlarda eşit olduğuna tanıklık eder; böylece görüşlerimizdeki çeşitlilik kimilerinin öbürlerinden daha ussal olmasından gelmez, düşüncemizi değişik yollardan götürüyor ve aynı şeyleri düşünmüyor olmamızdan gelir. Çünkü iyi bir zihne sahip olmak yetmez, önemli olan onu iyi kullanmaktır. En büyük ruhlar en büyük erdemlere olduğu kadar en büyük kötülüklere yatkındırlar; ancak çok yavaş yürüyenler her zaman doğru yolu izliyorlarsa koşanlardan ve doğru yoldan uzaklaşanlardan daha çok ilerleyebilirler.

Kendi payıma ben zihnimin başkalarının zihninden daha yetkin olabileceğini düşünmedim, hatta çok zaman düşüncem başkalarınınki kadar keskin, imgelemim başkalarınınki kadar açık ve seçik, belleğim başkalarınınki kadar geniş ve aydınlık olsun istedim. Zihnin yetkinliğini sağlayan daha başka nitelikler bilmiyorum; çünkü usun ya da sağduyunun bizi insan kılan ve hayvanlardan ayıran tek şey olduğu kadar onun tümüyle her kişide varolduğuna inanmak ve bu yolda aynı tür'ün bireylerinin biçim'leri ya da doğaları arasında değil, ancak raslant'ıları (2) arasında çokluk ve azlık bulunduğunu söyleyen filozofların ortak görüşünü izlemek istiyorum.

Ama gençliğimden beri beni bir takım belirlemelere ve kurallara ulaştıran bazı yollar üzerinde bulunmuş olmakla çok şanslı olduğumu düşündüğümü söylemekten çekinmeyeceğim; bu belirlemelerden ve kurallardan giderek bir yöntem oluşturdum ve onunla bilgimin düzeyini artırmanın ve onu, zihnimin sıradanlığının ve yaşamımın kısalığının ulaşmama elverdiği en yüksek noktaya, yavaş yavaş yükseltmenin yolunu buldum sanırım. Çünkü bu yöntemin meyvelerini çoktan topladım, öyle ki kendi üzerime verdiğim yargılarda kendine güven doğrultusunda olmaktan çok güvensizlikten yana olmaya çalışmama karşın, tüm insanların çeşitli eylemlerine ve girişimlerine filozof gözüyle baktığımda bana boş ve yararsız görünmeyen hemen hemen hiçbir şey görmedim; doğrunun araştırılmasında yapmış olduğumu düşündüğüm ilerlemeden son derece hoşnut olmaktan ve gelecek için bu gibi umutları beslemekten geri kalmıyorum, öyle ki insan adına yaraşır insanların (3) uğraşları arasında tam tamına iyi ve önemli olanın benim seçtiğim şey olduğuna inanmaktan çekinmiyorum.

Bununla birlikte yanılmış olabilirim, altın ve elmas diye aldığım belki de yalnızca biraz bakır ve camdır. Bizi ilgilendiren şeylerde yanılmaya ne kadar yatkın olduğumuzu ve dostlarımızın yargıları bizden yana olduğunda da bu yargıların ne kadar kuşku götürür olması gerektiğini biliyorum. Ama bu konuşmada her kişi yargılayabilsin diye hangi yolları izlediğimi ve yaşamımı bir tablo gibi göstermekten ve böylece ortak söylentilerden benimle ilgili edinilen görüşleri öğrenmekten hoşnut olacağım; bu, kendimi öğrenmemin yeni bir aracı olacak, onu da yararlanma alışkanlığında olduğum araçlara ekleyeceğim.

Böylece amacım burada her kişinin usunu iyi kullanması için izlemesi gereken yöntemi öğretmek değil, ama yalnızca benimkini hangi biçimde kullanmaya çalıştığımı göstermektir. Öğütler vermeye kalkışanlar öğüt vermeye kalktıkları kişilerden daha usta olduklarını sanıyor olmalılar; en küçük başarısızlıklarında eleştirilesi olan onlardır. Ama içinde öykünülebilecek birkaç örnek, belki de izlememekte haklı olacakları bazı başka şeyler bulacakları bu yazıyı, yalnızca bir öykü gibi ya da dilerseniz masal gibi sunmakla, kimseye zararlı olmaksızın kimilerine yararlı olacağını ve herkesin açık yürekliliğime teşekkür edeceğini umarım.

Çocukluğumdan beri bilimlerle beslenmiştim; onlarla, yaşama yararlı olan tümüyle aydınlık ve güvenlik bir bilginin kazanılabileceğine inandırıldığım için, onları öğrenmeye son derece istekliydim. Ama tüm dersleri tamamlayıp alışıldığı üzere bilginler arasına alınınca tümüyle görüş değiştirdim. Çünkü kendimi öylesine kuşku ve yanılgıyla sarılmış buluyordum ki öğrenmeye çabalamaktan kazancım ancak giderek bilgisizliğimi ortaya çıkarıyor olmamdı gibi görünüyordu bana. Bununla birlikte Avrupa'nın en ünlü okullarından birindeydim, dünyanın herhangi bir yerinde bilgin insanlar varsa o insanların burada olduğunu düşünüyordum. Orada başkalarının öğrendiği her şeyi öğrenmiştim; yine de bize öğretilen bilimler bana yeterli görünmediğinden en ilginç ve en az bulunur bilimleri (4) inceleyen tüm kitapları elime geçtikçe okumuştum. Bununla birlikte başkalarının benimle ilgili yargılarını biliyordum ve okul arkadaşlarımdan bazıları hocalarımızın yerini doldurmak için öngörülmüş olsalar da beni onlardan aşağı değerlendirdiklerini hiç düşünmüyordum. Sonunda yüzyılımız bana önceki yüzyıllarda olduğu kadar verimli ve iyi zihinlerle dolu görünüyordu. Bu da tüm öbür yüzyılları yargılama ve dünyada bana önceden umut ettirildiği gibi hiçbir öğreti olmadığını düşünme özgürlüğünü veriyordu.

Bununla birlikte okullarda yapılan uygulamaları beğenmekten geri kalmıyordum. Orada öğretilen dillerin eski kitapların kavranılması için gerekli olduklarını, masallardaki inceliğin zihinleri açtığını, tarihin anılmaya değer eylemlerinin zihni geliştirdiğini ve istekle okunduklarında yargının oluşmasına yardımcı olduklarını, tüm iyi kitapların okunmasının onların yazarları olan geçmiş yüzyılların en onurlu insanlarıyla bir konuşma, düşüncelerinin en iyilerini ortaya koydukları düzenlenmiş bir konuşma gibi olduğunu, güzel konuşmanın eşsiz güçleri ve güzellikleri bulunduğunu, şiirin çok çekici incelikleri ve hoşlukları olduğunu, matematiklerin çok ince buluşları olduğunu ve bunların meraklıları hoşnut etmekte olduğu kadar tüm sanatları kolaylaştırmakta ve insanların emeğini azaltmakta da çok yararlı olabildiğini, görenekleri inceleyen yazıların erdem için çok yararlı olan birçok bilgi ve birçok esin içerdiğini, dinbilimin cennete gitmeyi öğrettiğini, felsefenin her şeyden söz edebilme aracı olduğunu ve daha az bilenlerde hayranlık yaratmayı sağladığını, hukukun, hekimliğin ve öbür bilimlerin onlarla uğraşanlara onurlar ve zenginlikler getirdiğini ve sonunda tümünü hatta en boş ve en karşılıksız olanlarını gerçek değerleriyle tanımak ve onların bizi yanıltmalarından kaçınmak için incelemek gerektiğini biliyordum.

Ama dillere, hatta eski kitapları okumaya, onların tarihlerine ve masallarına yeterince zaman ayırmış olduğuma inanıyordum. Çünkü öbür yüzyılların yazarlarıyla konuşmak hemen hemen yolculuk yapmakla aynı şeydir. Göreneklerimizi daha sağlıklı yargılayabilmemiz için ve hiçbir şey görmemiş olanların yapageldiği gibi bizim alışkanlıklarımıza ters düşen her şeyin gülünç ve usdışı olduğunu düşünmememiz için çeşitli halkların görenekleriyle ilgili bir şeyler bilmek iyidir. Ama yolculukta çok zaman harcadığımızda kendi ülkemize yabancı düşeriz, geçmiş yüzyıllarda olup biten şeylere çok ilgi duyduğumuzda doğal olarak bu yüzyılda olup biten şeyleri iyi bilemeyiz. Üstelik masallar hiç de öyle olmayan birçok olayı olası gibi düşündürür; en doğru tarihler bile okunmaya daha değer kılmak için olguların değerini değiştirmeseler ya da artırmasalar da hemen her zaman en azından onların en sıradan ve en az bilinir olanlarını dışlarlar: bu yüzden geriye kalanlar olduğu gibi görünmez ve onlardan çıkardıkları örneklerle göreneklerini düzenleyenler romanlarımızın kahramanlarının garipliklerine düşerler ve güçlerini aşan amaçlar ortaya koyarlar.

Güzel konuşmayı çok önemsiyordum ve şiire tutkundum; ama her ikisinin de araştırmanın meyvaları olmaktan çok ruhun armağanları olduklarını düşünüyordum. Usavurmaları en güçlü olanlar ve düşüncelerini aydınlık ve kolay kavranılır kılmak için en iyi düzenleyenler yalnızca kaba Breton dilini konuşsalar da, güzel konuşmayı hiç öğrenmemiş olsalar da önerdikleri şeyi her zaman en iyi biçimde kanıtlayabilirler. En hoş buluşları ortaya koyanlar, bu buluşları en süslü ve en tatlı bir biçimde anlatmayı bilenler, şiir sanatından hiç haberli olmasalar da en iyi şairler olacaklardır.

Nedenlerinin kesinliği ve apaçıklığı yüzünden özellikle matematiklere hayrandım; ama henüz onların tam olarak ne işe yaradığını bilmiyordum, ancak mekanik sanatlara yararlı olduklarını düşünerek (5) bu kadar kesin ve sağlam temeller üzerinde daha yüksek bir yapı kurulmamış olmasına şaşıyordum. Öyle ki, tersine, görenekleri inceleyen eski pagan yazılarını yalnızca kum ve çamur üzerine kurulmuş çok ince ve çok görkemli saraylarla karşılaştırıyordum. Onlar erdemleri çok yüceltirler ve dünyadaki her şeyin üzerinde değerli gösterirler ama onları tanıtmak için yeterli öğretim yapmazlar ve çok defa bu kadar çok güzel andıkları şey bir duyarsızlıktan, bir gururdan, bir umutsuzluktan, bir anababa öldürmekten başka bir şey değildir. (6)

Dinbilimimize saygı, gösteriyordum ve herhangi biri kadar cennete gitme hakkını istiyordum; ama çok güvenli şeyler öğrenmiş olarak, yolun daha bilgisiz olanlara daha bilgili olanlardan daha az açık olmadığını ve bizi oraya götüren tanrısal kaynaklı doğruların kavrayışımızı aştığını bilerek, onları usavurmalarımın zayıflığına bırakmaya cesaret edemezdim; düşünüyordum ki onları incelemeye girişmek ve bunu başarmak için Tanrı'nın olağanüstü bazı yardımlarına sahip olmak ve insandan daha çok bir şey olmak gerekiyordu.

Yüzyıllardır yaşamış olan en üstün zihinlerce işlenmiş olmasına karşın felsefede hemen hemen tartışılır olmayan ve bu nedenle kuşku götürür olmayan hiçbir şeyin bulunmadığını ve başkalarından daha iyi şeyler başarmayı ummam için yeterli özgüvene sahip olmadığımı görerek felsefe için hiçbir şey söylemeyeceğim; böylece aynı konuda bilgin insanlarca savunulan, birden çoğunun doğru olmaması gereken çeşitli görüşlerin varolduğunu düşünerek, olası olmaktan öteye geçmeyen her şeyi yanlış diye belirliyordum.

Sonra öbür bilimlere gelince, onlar ilkelerini felsefeden aldıklarından, çok kesin olmayan temeller üzerine sağlam olan hiçbir şeyin kurulmuş olamayacağı yargısına varıyordum. Onların sözverdiği onur da kazanç da onları öğrenmeye yönelmem için yeterli değildi; çünkü Tanrı'ya şükür, yazgımı kolaylaştırmak için beni bilimden bir meslek edinmeye zorlayacak koşullarda duymuyordum kendimi; her ne kadar kinikler gibi ünü hor görmeyi meslek durumuna getirmediysem de, sahte unvanlarla elde edebilmeyi umacağım onura da önem vermiyordum. Sonunda kötü öğretilere gelince, ne bir simyacının verdiği sözlerle, ne bir astroloğun kehanetleriyle, ne bir büyücünün aldatmacalarıyla, ne de bildiğinden çoğunu bilmeyi meslek edinenlerden birinin düzenleriyle ya da övünmeleriyle aldanmayacak kadar onların değerini yeterince bildiğimi düşünüyordum. (7)

Bu nedenle, yaşım öğretmenlerime bağımlılıktan çıkmama elverir olunca bilimsel araştırmaları tümüyle bıraktım. Kendimde ya da dünyanın koca kitabında bulunabilecek olandan daha başka bir bilim aramamaya karar vererek gençliğimin geri kalanını yolculuk yaparak, sarayları ve orduları görerek, çeşitli mizaç ve koşullarda insanlarla görüşerek, çeşitli deneyimler kazanarak, yazgının bana sunduğu raslantılarda kendi kendimi sınayarak ve her yerde kendini sunan şeyler üzerine onlardan bazı yararlı sonuçlar çıkarabilmek için düşünerek geçirdim. Çünkü bana öyle geliyordu ki her kişinin kendisini ilgilendiren ve kişi yanlış yargı verdiğinde sonucun hemen onu cezalandıracağı işlerle ilgili olarak ortaya koyacağı usavurmalarda, odasında çalışarak hiçbir sonuç getirmeyen kurgulamalar yapan ve böylece düşüncesini doğru göstermek için kullandığı zekâ ve ustalık ölçüsünde kendisine olsa olsa genel görüşten uzaklaşmış olmanın boş övüncünü sağlayacak olan bir bilim adamının ortaya koyduğu usavurmalardakinden daha çok doğruyla karşılaşabilirdim. Her zaman eylemlerimi apaçık görebilmek ve bu yaşamda güvenle yürüyebilmek için doğruyu yanlıştan ayırt edebilmeyi öğrenmeye aşırı bir istek duyuyordum. (8)

Gerçekten, öbür insanların göreneklerini incelerken, onlarda bana güven verecek hiçbir şey bulamıyordum ve daha önce filozofların görüşleri arasında bulduğum kadar değişiklik gözlemliyordum. Öyle ki bundan çıkardığım en büyük yarar şuydu: bize çok garip ve gülünç gelen birçok şeyin genellikle öbür büyük halklarca benimsenmekten ve onaylanmaktan geri kalmadıklarını görerek, ancak örneklemeyle ve alışkıyla inandırılmış olduğum hiçbir şeye tam tamına inanmamayı öğreniyordum ve böylece doğal ışığımızı karartabilen ve bizi doğruyu anlamaya daha az yatkın kılabilen pek çok yanlıştan kendimi yavaş yavaş kurtarıyordum. Ama dünyanın kitabında böyle incelemelerle ve birkaç deney kazanmaya uğraşmakla birkaç yıl geçirdikten sonra, bir gün kendi kendimi de incelemeye ve zihnimin tüm güçlerini izlemem gereken yolu seçmek için kullanmaya karar verdim. Bence bu benim için ülkeme ve kitaplarıma kapanıp kalmaktan çok daha yararlı oldu.

İKİNCİ BÖLÜM

Henüz bitmemiş olan savaşlar (9) nedeniyle Almanya'da bulunuyordum; impatorun (10) taç giyme töreninden dönüyor, orduya katılmaya gidiyordum; kışın bastırmasıyla bir yerde konakladım, orada beni oyalayacak herhangi bir konuşma ve beni tedirgin edecek yakınlıklar ve tutkular olmadığından bütün gün soba başında (11) yalnız kapanıp kalıyor, tüm vaktimi düşüncelerimle başbaşa geçiriyordum. Bu düşünceler arasında gözden geçirmeyi ilk düşündüklerimden biri şu oldu: birçok parçadan oluşmuş ve çeşitli ustaların elinden çıkmış yapıtlarda genellikle yalnızca bir kişinin oluşturduğu yapıtlardaki kadar yetkinlik yoktu. Böylece tek bir mimarın başladığı ve bitirdiği yapıların birçok mimarın başka amaçlarla yapılmış eski duvarları kullanarak onarmaya uğraştığı yapılardan daha güzel ve daha düzgün olduğu görülür. Böylece başlangıçta birer köyken büyük kentlere dönüşmüş olan bu eski kentler genellikle bir mühendisin kendi kafasına göre planladığı düzgün yeni kentler yanında o kadar dağınık kalıyor ki bunlardaki yapılar ayrı ayrı gözden geçirildiğinde her birinde başka kentlerin yapılarında bulunduğu kadar hatta daha çok sanat bulunsa da onlardan kiminin büyük kiminin küçük yapılmış oluşuna, yollarının eğri büğrü oluşuna bakarak, insanın onları düşünceli insanlardan çok raslantının düzenlemiş olduğuna inanası geliyor. Bununla birlikte, tek tek kişilerin yapılarının kentlerin güzelliğine uygun olmasını sağlamakla görevli bazı memurların varolduğunu düşünsek de başkalarının yapıtları üzerinde çok iyi sonuçlar alınamayacağı apaçıktır. Böylece düşündüm ki eskiden yarı vahşiyken yavaş yavaş uygarlaşarak ancak suçların ve çekişmelerin uyarsızlığıyla zorlandıkları ölçüde yasalarını yapan halklar bir toplum olarak yaşamaya başladıkları andan sonra birkaç öngörülü yasa koyucunun yaptığı yasalara göre davranan halklar kadar iyi uygarlaşmış olamadılar. Düzenlemelerini yalnızca Tanrı'nın yaptığı gerçek dinin tüm öbür dinlerden çok daha iyi düzenlenmiş olduğu kesindir. İnsani şeylerden söz edersek, eskiden Sparta çok başarılı olduysa bu onların yasalarından her birinin özellikle iyi olmasından değil, (bilindiği gibi bu yasaların çoğu pek garipti ve hatta iyi törelere tersti) ama tek kişinin (12) yaptığı yasalar olmakla tümünün aynı amaca yöneliyor almasındandı diye düşünüyorum. Böylece kitaplardaki bilimlerin, en azından nedenleri olası olmaktan öteye geçmeyen ve hiçbir göstermede bulunmayan, çeşitli kişilerin görüşleriyle yavaş yavaş oluşturulmuş ve şişirilmiş olan bilimlerin, kendini ortaya koyan şeyler üzerine sağduyulu bir insanın doğal olarak yapabildiği basit usavurmalardan doğruya daha yakın olmadığını düşündüm. Şunu da düşündüm: büyük adam olmadan önceki çocukluk dönemimizde uzun süre genellikle birbirine karşıt olan ve belki de ne biri ne öbürü bize her zaman en iyiyi gösterebilen isteklerce ve eğitmenlerce yönetildik, bu yüzden yargılarımızın doğumumuzdan bu yana tüm usumuzu kullanmak ve ancak onunla yönetilmiş olmak durumunda vereceğimiz yargılar kadar arı ve sağlam olması hemen hemen olanaksızdı.

Gerçekten, bir kentin tüm evlerini onları başka biçimde yeniden yapmak ve yolları daha güzel kılmak amacıyla yerle bir ettiklerini görmüyoruz; ama bazı kimselerin kendi evlerini yeniden yapmak için, hatta bazen temelleri çok sağlam olmadığı ve bu yüzden yıkılma tehlikesinde olduğu zaman, onu yıkmak zorunda kaldıkları görülür. Bunu örnek alarak tek bir kişinin bir devleti yeniden biçimleme tasarıları yaparak onda her şeyi temelden değiştirmek ve onu yeniden kurmak için devirmesi ussal değildir diye düşünüyordum; bilimleri ya da onları öğreten okullardaki kurulu düzeni yeniden biçimlemenin de ussal olmadığını düşünüyordum; ama bugüne kadar doğru olduğuna inandığım tüm görüşleri, sonra yerine daha iyilerini ya da onları us düzeyinde doğruladığım zaman aynılarını koymak için, bir kere yok saymaya girişmekten daha iyi bir şey yapamazdım diye düşünüyordum. Bu yolla yaşamımı, yalnızca eski temeller üzerine kurmaktan ve gençliğimde doğru olup olmadığını incelemeden kendimi inanmaya bıraktığım ilkelere dayanmaktan çok daha iyi yönetmeyi başaracağıma kesinlikle inandım. Çünkü bunda çeşitli güçlükler görmüş olsam da bunlar çaresi bulunmayacak güçlükler değillerdi, halkı ilgilendiren en küçük şeylerin yeniden düzenlenmesinde raslanılacak güçlüklere benzer güçlükler de değillerdi. Bu iri gövdeleri devrilince kaldırmak ya da sarsıldığında tutmak çok güçtür, düşüşleri de pek şiddetli olabilir. Sonra, aralarındaki ayrılıkla, birçoklarında görülen eksiklikleri zaman içinde kullanılışları oldukça yumuşatmış, hatta birçoklarını sakınıklıkla çaresini bulmaktan daha iyi gidermiş ve düzene koymuştur. Sonunda bu eksiklikler de hemen hemen her zaman olacak olan değişimlerinden daha kolay katlanılır şeylerdir: tıpkı dağlarda dolanan büyük yolların kullanıla kullanıla, yavaş yavaş düzgün ve uygun duruma gelmesi gibi; onları izlemek en doğru yolda gitmek için kayalara tırmanmaktan ya da uçurumların dibine inmekten çok daha iyidir.

Bu yüzden, doğuştan ya da konumları gereği kamu işlerinin yürütülmesine yöneltilmedikleri halde her zaman kafalarında bu konuda yeni düzenlemeler yapmaktan geri kalmayan karıştırıcı ve tedirgin mizaçlıları hiçbir zaman onaylamayacağım. Bu yazıda bende bu deliliğin bulunduğu konusunda kuşku yaratabilecek en küçük bir şeyin varolduğunu düşünseydim onun yayımlanmış olmasından üzüntü duyardım. Amacım asla kendi düşüncelerimi düzenlemeye çabalamaktan ve tümüyle benim olan bir temel üzerine kurmaktan daha öteye gitmez. Ben oldukça beğendiğimden size burada yapıtımın bir örneğini gösteriyorum, ancak bunu yaparken kimseye ona öykünmeyi öneriyor değilim. Tanrı'nın yardımlarından daha iyi pay almış olanların daha yüksek amaçları olacaktır; ama birçoğunun benimkini çok atılgan bulacaklarından korkarım. Eskiden doğru saydığı tüm görüşlerden kopma kararı herkesin benimseyebileceği bir örnek değildir; zaten dünyada hemen hemen bu işe hiç yatkın olmayan iki çeşit insan vardır. Birinciler kendilerini olduklarından daha usta sanarak acele yargılar ortaya koymaktan çekinmeyen, tüm düşüncelerini bir düzen içinde sürdürme konusunda yeterince sabır gösteremeyen kimselerdir: bu yüzden edindikleri ilkelerden bir kere kuşkulanmaya ve herkesin tuttuğu yoldan ayrılmaya yöneldiler mi bir daha doğru yola çıkaran patikayı bulamazlar ve tüm yaşamlarında doğru yoldan ayrılmış kalırlar. İkincilere gelince, onlar doğruyu yanlıştan ayırt etme konusunda kendilerini yetiştirenlerden daha az becerikli oldukları yargısına varacak kadar akıllı ya da alçakgönüllü olduklarından daha iyisini kendileri aramaktansa başkalarının görüşlerini izlemekle yetinirler.

Bana gelince, tek bir hocam olsaydı ya da en bilgililerin görüşleri arasında her zaman süregelmiş ayrılıkları bilmeseydim kuşkusuz ben de bu sonuncular arasında olurdum. Ama çok garip ve pek de inanılır olmayan şeylerin bile bazı filozoflarca söylendiğini daha kolej sıralarında öğrenmiştim; o zamandan beri yolculuk yaparken duyguları duygularımıza oldukça ters düşen kimselerin böyle olmakla barbar ya da vahşi olmadıklarını, ama pek çoklarının uslarını bizim kadar hatta bizden daha iyi kullandıklarını gördüm; sonra, Fransızlar ya da Almanlar arasında yetişen bir kişinin, aynı ruhu taşıyarak, tüm yaşamını Çinliler ya da yamyamlar arasında geçirmiş olsaydı, şimdiki durumundan ne kadar ayrı durumda olacağını düşündüm; sonra da giysilerimizin biçimine kadar, on yıl önce beğendiğimiz ve belki on yıl sonra da beğeneceğimiz şeyin bugün bize ne kadar garip ve ne kadar gülünç geldiğini gördüm ve şu sonuca vardım: bizi inandıran şey, herhangi bir kesin bilgiden çok alışkı ve örnektir; bununla birlikte görüşlerin çokluğu ortaya çıkarılması biraz güç doğrular için hiç de değerli bir kanıt değildir, çünkü bir toplumdan çok, tek bir adamın onları ortaya çıkarması çok daha olasıdır; böylece görüşleri başkalarının görüşlerinden üstün tutulabilecek tek bir kimse göremiyordum, bu durumda kendi yolumu kendim bulmak durumunda kaldım.

Ama yalnız ve karanlıkta yürüyen bir adam gibi çok yavaş gitmeye ve her şeyde çok sakınık davranmaya karar verdim, öyle ki çok yavaş ilerlersem en azından kendimi düşmekten koruyacaktım. Ayrıca, yazacağım kitabın tasarısını yapmaya ve zihnimin yatkın olabileceği her şeyin bilgisine ulaşmak için doğru yöntemi araştırmaya zaman ayırmadan önce, daha önceleri usun süzgecinden geçirmeden doğru olduğuna inandığım görüşlerin tümünü yanlış diye bir yana atmak istemedim.

Gençken felsefenin bölümlerinden mantığı, matematiklerden geometricilerin ayrıştırmasını ve cebiri biraz olsun incelemiştim, bunlar tasarıma bazı katkıları olacak gibi görünen üç sanat ya da bilimdi. (13) Ama onları incelerken gördüm ki mantık sözkonusu olduğunda onun tasımları ve öbür bilgilerinin çoğu başkalarına yeni bir şey öğretmekten çok bilinen şeyleri açıklamaya yarıyordu (14), bilinmeyen şeyler üzerine yargıya varmadan konuşmaktan başka işe yaramayan Lullus (15) sanatı gibi. Gerçekten, mantık çok doğru ve çok iyi pek çok kural içermesine karşın, onda araya karışmış o kadar çok zararlı ve gereksiz başka kural vardır ki onları ayıklamak hemen hemen henüz yontulmamış bir mermer kitlesinden bir Diana ya da bir Minerva çıkarmak kadar güçtür. Sonra, eskilerin ayrıştırmasına ve yenilerin cebirine gelince, çok soyut konularla ilgilenmeleri ve hiçbir işe yaramaz görünmeleri dışında, birincisi her zaman biçimlerin belirlenmesiyle sınırlanmıştır ve imgelemi yormadan anlığı çalıştıramaz; ikinciye gelince, bazı kurallara ve bazı rakamlara o kadar bağımlıdır ki zihni geliştiren bir bilim olmak yerine zihni engelleyen karışık ve karanlık bir sanat olur. Bu, her üçünün yararlarını içeren ve yanlışlarını dışlayan başka bir yöntem aramak gerektiğini düşünmeme neden oldu. Yasaların çokluğu çok zaman kötülüklere özürler sağlar, oysa az sayıda olan ama insanların sıkı sıkıya uyduğu yasalara sahip olan bir devlet daha iyi örgütlenmiştir; bunun gibi mantığı oluşturan çok sayıda kural yerine dört kuralın bana yeteceğine inandım, yeter ki onlara uymaktan bir kere bile geri kalmamak konusunda sağlam ve değişmez bir karar almış olayım.

Birincisi, doğruluğunu apaçık bilmediğim bir şeyi doğru diye almamak, yani acelecilikten ve önyargıdan özenle kaçınmak, yargılarımda zihnime açık ve seçik bir biçimde gelen ve hiçbir biçimde kuşkuya koyamadığım şeylerin dışında herhangi bir şeyi tanımamak.

İkincisi, inceleyeceğim güçlüklerden her birini olabildiğince parçalara ayırmak ve onları en iyi çözümlenebilecek duruma getirmek.

Üçüncüsü, düşüncelerimi en basit ve tanınması en kolay olan nesnelerden başlayarak ve yavaş yavaş, derece derece ilerleyerek en karmaşık bilgilere kadar götürmek ve doğal olarak birbiri ardından gelmeyen şeyler arasında da bir düzen varsaymak.(16)

Sonuncusu, her yerde bütünsel saymalar ve en genel gözden geçirmeler yaparak hiçbir şeyi dışta bırakmadığımdan güvenli olmak.(17)

Geometricilerin en güç göstermelere ulaşmak için kullanma alışkanlığında oldukları tümüyle basit ve kolay olan bu uzun nedenler zinciri, insanların bilgisine ulaşabildikleri her şeyin aynı biçimde birbirine bağlandığını ve doğru olmayan bir şeyi doğru diye almamak ve birinin öbüründen çıktığı sırayı izlemek koşuluyla bunlardan erişilmeyecek kadar uzak ve bulunamayacak kadar gizli bir şeyin kalmayacağını düşünme olanağı sağlamıştı bana. Böylece hangi şeylerle başlamak gerektiğini aramakta çok güçlük çekmedim: çünkü en basit ve tanınması en kolay şeylerle başlamak gerektiğini zaten biliyordum; bilimlerde önceden doğruyu araştırmış olanlar arasında yalnızca matematikçilerin bazı göstermeler yani bazı kesin ve apaçık nedenler bulabildiğini göz önünde tutarak, onların inceledikleri aynı şeylerden başlamam gerektiğinden kuşkuya düşmüyordum; bundan beklediğim tek yarar zihnimi doğrularla beslenmeye ve boş nedenlerle yetinmemeye alıştırmaktı. Ama bunun için genellikle matematikler (18) denilen tüm özel bilimleri öğrenmeye çalışmayı amaç edinmedim, bu bilimlerin konularının değişik olmasına karşın tümünün çeşitli ilişkiler ya da oranlardan başka bir şeyi incelememek konusunda birbirlerine uymaktan geri durmadıklarını görerek, bu oranları, onların bana bilgiyi daha kolay sağlayacak şeylerde bulunduklarını varsayarak ve daha sonra uygun gelecekleri tüm şeylere daha iyi uygulanabilmeleri için onları hiçbir biçimde zorlamayarak, genel olarak yalnızca bu oranları incelememin daha iyi olacağını düşündüm. Sonra onları bilmek için bazen herbirini özellikle ele almak ve bazen de onları yalnızca anımsamak ya da birçoğunu birlikte anlamak gereksinimi duyacağımı göz önünde tutarak, düşündüm ki, onları ayrıca incelemem için çizgiler olarak tasarlamam gerekiyordu; çünkü onlardan ne daha basit bir şey bulabiliyor, ne de imgelemim ve duyularımla onlardan daha seçik olarak kurgulayabileceğim herhangi bir şey görebiliyordum; ne var ki onları anımsamak ya da birçoğunu bir arada kavramak için onları olabildiğince kısa bazı işaretlerle açıklamam gerekiyordu; böylece geometrik ayrıştırmanın ve cebirin en iyi yanlarını alıyor ve birinin yanlışını öbürüyle düzeltiyordum.(19)

Gerçekten, seçmiş olduğum bu pek az ilkeye tam tamına uymak bana genel olanlardan başlayarak bu iki bilimin kapsadığı tüm sorunları çözme kolaylığını verdi, öyle ki en basit ve en genel olanlardan başlayarak onları incelemeye iki üç ayımı verdim, bulduğum her doğru sonra başkalarını bilmeme yarayacak bir kural oldu, böylece eskiden bana çok güç gelen pek çok sorunun da üstesinden geldim, ama sonuna doğru bilmediklerimin de hangi yolla ve nereye kadar çözülebileceğini belirleyebildiğimi de sanıyorum. Her şeyin bir doğrusu olduğunu, o doğruya ulaşan herhangi bir kişinin o şeyi bilinebileceği ölçüde bildiğini, örneğin aritmetik öğrenmiş bir çocuğun kurallara uyarak bir toplama yaptığında ele aldığı toplam konusunda insan zihninin bulabileceği her şeyi bulduğundan güvenli olduğunu bilirseniz söylediklerimin pek de boş şeyler olmadığını göreceksiniz. Çünkü, sonunda, doğru sırayı izlemeyi ve aranılan şeyin tüm koşullarının tam tamına sayımını yapmayı öğreten yöntem, aritmetiğin kurallarına kesinliği veren her şeyi içerir.

Ama bu yöntemde beni en çok hoşnut eden şey onunla her konuda usumu yetkin olarak değilse bile en azından gücümün yettiğince en iyi biçimde kullanmaktan güvenli olmamdı; ayrıca, bu yöntemi uygularken zihnimin konularını yavaş yavaş daha açık ve daha seçik bir biçimde kavramaya alıştığını seziyordum ve bu yöntemi özel herhangi bir konuya bağımlı kılmadan cebirin güçlüklerinde yaptığım gibi başka bilimlerin güçlüklerine de yararlı bir biçimde uygulamayı tasarlıyordum. Bunun için kendini ortaya koyan her şeyi hemen incelemeye girişmem doğru olmazdı; çünkü, bu, yöntemimin belirlediği düzene ters düşerdi. Ancak onların ilkelerinin tümüyle felsefeden alındığını ve felsefede şu güne kadar doğru ilkeler bulmadığımı göz önünde tutarak, her şeyden önce felsefede doğru ilkeler yerleştirmeye çalışmam gerektiğini düşündüm; bu da dünyanın en önemli şeyiydi ve ben aceleciliğin ve önyargılılığın en çok korkulası olduğu yerde, o zamanki yirmi üç yaşımdan daha olgun bir yaşa ermeden, o zamandan önce edinmiş olduğum tüm yanlış görüşleri söküp atarak olduğu kadar, daha sonra usavurmalarıma konu olacak pek çok deney toplamak ve benimsemiş olduğum yöntemde giderek daha güçlü olmak için bir takım alıştırmalar yaparak kendimi hazırlamadan, onda en uç noktaya varmaya kalkmamalıydım. (20)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Sonunda, nasıl oturduğumuz evi yeniden yapmaya başlamadan önce onu yıkmak, gereç sağlamak ve mimar bulmak ya da kendimiz mimarlık yapmak, bu arada özenle plan çizmek yetmezse, aynı zamanda bu iş sürerken rahatça oturulacak bir başka ev bulmak gerekirse, işte tam bunun gibi usum beni yargılarımda kararsız olmaya zorlarken eylemlerimde kararsız kalmayayım (21) ve elimden geldiğince mutlu yaşamayı bundan böyle elden bırakmayayım diye kendime, sizinle paylaşmak istediğim üç ya da dört kuraldan oluşan, geçici bir ahlak anlayışı geliştirdim.

Birincisi, Tanrı'nın çocukluğumdan beri yetişmem için bana bağışladığı dine sıkı sıkıya bağlı kalarak ülkemin yasalarına ve alışkanlıklarına uymak ve tüm öbür konularda birlikte yaşayacağım en sağduyulu kimselerin uygulamada hep birlikte benimsediği en ılımlı ve aşırılıktan en uzak görüşleri izleyerek kendimi yönetmektir. Çünkü kendi görüşlerimin tümünü yeniden incelemeyi istediğimden onları yok saymaya başlar başlamaz en sağduyulu kimselerin görüşlerini izlemekten daha iyi bir şey yapamayacağıma güveniyordum. İranlılar ya da Çinliler arasında bizim aramızda olanlar kadar sağduyulu kimseler olabilse de, bana birlikte yaşayacaklarımın görüşlerini kendime örnek almak daha yararlı görünüyordu; görüşlerinin gerçekten ne olduğunu bilmek için, yalnızca göreneklerimizin bozulmuşluğundan inandığı her şeyi söyleyecek pek az insan bulunduğundan değil, ama birçoğunun kendilerinin de bunu bilmemesinden ötürü söylediklerinden çok yaptıklarına bakmam gerekiyordu; çünkü insanın bir şeye inanmasını sağlayan düşünce eylemiyle insanın bir şeye inandığını bilmesini sağlayan düşünce eylemi birbirinden ayrıdır, genellikle onlardan biri varsa öbürü yoktur. Aynı yaygınlıkta benimsenen birçok görüş arasından ben en ılımlılarını seçiyordum: çünkü bunlar uygulamaya her zaman en uygun olanlardı ve tüm aşırılıklar kötü sayıldığından büyük bir olasılıkla en iyileriydi; öte yandan aşırı noktalardan birini seçmişsem, yanıldığımda doğru yoldan iyice ayrılmamam için, öbür aşırı noktaya tutunmam gerekecekti. Özellikle insanın özgürlüğünü kısıtlayan tüm yükümlülükleri aşırılıklar arasına koyuyordum. Benim bu söylediklerimden iyi bir amaçla zayıf ruhların kararsızlığını gidermek için ya da hatta dindışı bir amaçla insanlar arasındaki ticari ilişkilerin güvenliği için tutarlı olmayı gerektiren yeminlerin ya da sözleşmelerin dayandığı yasaları doğru bulmadığım sonucu çıkarılmasın ama, dünyada her zaman aynı durumda kalan herhangi bir şey görmediğim için ve kendi payıma yargılarımı giderek yetkinleştirmeye ve onları daha kötü kılmamaya karar verdiğim için, onayladığım bazı şeyler artık iyi olmadıklarında ya da artık onları öyle değerlendirmediğimde bu şeyleri iyi diye almaya kendimi zorlayacak olursam, sağduyuya karşı büyük bir yanlış yapmış olacağımı düşünürdüm.

İkinci kuralım, eylemlerimde elimden geldiğince tutarlı ve kararlı olmak ve en kuşku götürür görüşlerin bile bir kere çok güvenli olduklarına karar verdiğim zaman onları dirençle izlemek olacaktı. Bu konuda, ormanda yolunu şaşırmış yolcuları örnek alacaktım, ormanda yolunu şaşırmış yolcular bir o yana bir bu yana fır dönerek dolaşmamalılar, bir yerde durup kalmamalılar da, ama olabildiğince aynı yöne doğru hep dosdoğru yürümeliler ve başlangıçta o yolu seçmeye belki yalnız raslantıyla karar vermiş olsalar da sıradan nedenlerle yollarını değiştirmemeliler: çünkü bu yolla tam istedikleri yere gidemeseler de hiç değilse sonunda büyük bir olasılıkla bir ormanın ortasında olmaktan daha iyi bir yere varacaklardır. Böylece yaşamın eylemleri insana süre tanımadığından, çok kesin bir doğru vardır, o da en doğru görüşleri belirleyecek durumda olmadığımız zaman en olası görüşleri izlemek zorunda olduğumuzdur; ayrıca görüşlerden hangisinin hangisinden daha olası olduğunu belirleyemediğimiz zaman bunların bazıları üzerinde karar kılmamız ve sonra bunların uygulamayla ilgili olduklarını göz önünde tutarak bunları kuşku götürür görüşler olarak değil de doğru ve kesin görüşler olarak değerlendirmemiz gerekir, çünkü bizi buna iten bir neden vardır. Bu, rasgele iyi diye uyguladıkları şeyleri sonra kötü diye yargılayan zayıf ve kararsız insanların vicdanlarını karıştıran tüm pişmanlıklardan ve azaplardan hemen kurtulmamı sağladı.

Üçüncü kuralım (22), her zaman yazgıdan çok kendimi yenmeye, dünyanın düzenini değiştirmekten çok arzularımı değiştirmeye çalışmak ve genellikle düşüncemizin dışında herhangi bir şeye tümüyle egemen olamayacağımıza göre, dışımızdaki şeylerle ilgili olarak elimizden geleni yaptıktan sonra bizi başarmaktan alıkoyan her şeyin bizim açımızdan mutlak olarak olanaksız olduğuna inanmaya alışmaktır. Bu beni elimde olmayan bir gelecekle ilgili isteklere kapılmaktan ve böylece kendimi hoşnut etmekten engellemek konusunda yeterli görünüyordu. Çünkü istemimiz doğal olarak yalnızca anlığımızın ona herhangi bir biçimde olası gösterdiği şeyleri arzulamaya yöneldiğinden, elbette bizim dışımızda olan tüm iyi şeyleri aynı zamanda gücümüzü aşan şeyler diye belirlersek, doğuşumuza bağlı görünen yoksunluklar kendi yanlışımızın sonucu olmadığı zaman Çin ya da Meksika krallıklarına sahip olmadığımıza üzülmeyiz; hep denildiği gibi zorunlulukları erdem sayarak, hastaysak sağlıklı olmayı ya da hapisteysek özgür olmayı, elmaslardan daha dirençli maddelerden yapılmış bedenlere ya da kuşlar gibi uçmak için kanatlara sahip olmayı istemeyeceğiz. Ama her şeye bu açıdan bakmaya alışmak için uzun bir çabaya ve hep kendi üstüne düşen bir düşünceye gereksinim olduğunu söylüyorum; ve eskiden yazgının egemenliğinden kendini kurtaran, acılara ve yoksulluğa karşın mutlulukta tanrılarıyla yarışan bu filozofların (Stoacılar) gizi özellikle buna dayanıyordu. Çünkü hep doğanın kendileri için çizdiği sınırları belirlemeye çalışarak düşüncelerinden başka hiçbir şeye egemen olamayacaklarına, bunun onları başka şeyler için herhangi bir heyecan duymaktan alıkoyacağına iyice inanıyorlardı; düşüncelerini öylesine mutlak bir biçimde kullanıyorlardı ki, doğanın ve yazgının çokça desteklediği ama bu felsefeye bağlı olmadıkları için her istediklerini kullanamayan insanlardan kendilerini daha zengin, daha güçlü, daha özgür, daha mutlu saymakta bir bakıma haklıydılar.

Sonunda, bu ahlak anlayışına sonuç olarak, bu yaşamda insanların en iyiyi seçmeye çalışmak için yaptıkları çeşitli işleri gözden geçirmeyi düşündüm (23); başkalarının işlerinden söz etmek istemeden, kendi işimde de bulunduğum yerden, yani tüm yaşamımı usumu geliştirmeye ve kendimi yükümlü kıldığım yöntemi izleyerek elimden geldiğince doğrunun bilgisinde ilerlemeye adamayı sürdürmekten daha iyisini yapamayacağımı düşünüyordum. Bu yöntemi kullanmaya başlayalı öylesine büyük sevinçler yaşamıştım ki, bu yaşamda ondan daha tatlı, daha masum bir sevinç olabileceğini sanmıyordum; her gün bu yöntemle bana oldukça önemli görünen ve genellikle başka insanların bilmediği bazı doğrular ortaya koyarak ruhumu öylesine sevinçle dolduruyordum ki bunun ötesinde hiçbir şey beni ilgilendirmiyordu. Ayrıca önceki üç kural yalnızca kendimi yetiştirmeyi sürdürmem amacına yönelikti: Tanrı doğruyla yanlışı ayırt etmemiz için her birimize bir ışık vermiş olduğundan zamanı gelince onları incelemek için kendi yargı gücümü kullanmayı düşünmeseydim bir an bile başkalarının görüşleriyle yetinmek zorunda olduğuma inanmazdım ve başkalarının görüşlerini izleyerek, varsa daha iyilerini bulmak için hiçbir fırsatı kaçırmadığıma inanabilseydim tedirginlikten kurtulmazdım. Sonunda, gücümün yettiğince tüm bilgileri edinmemi sağlayacağını düşünerek bir yol izlemeseydim ve aynı yolla elimde olan tüm gerçek iyilikleri de edinmeyi düşünmeseydim, ne arzularımı sınırlayabilir ne de mutlu olabilirdim, öyle ki istemimiz ancak anlığımızın ona iyi ya da kötü gösterdiğine göre herhangi bir şeyi istemeye ya da yadsımaya yöneldiğinden iyi yapmak için iyi yargılamak yeterlidir ve en iyiyi yapabilmek için de yani tüm erdemleri elde edebilmek ve onunla birlikte elde edilebilecek tüm iyilikleri elde edebilmek için olabildiğince iyi yargılamak yeterlidir, bu kesin olduğu zaman mutlu olmamak olası değildir.

Böylece bu kuralları koyduktan ve onları inancımda her zaman birinci yeri alan inanç doğrularıyla birlikte bir yana ayırdıktan sonra geri kalan tüm görüşlerimden özgürce kurtulmaya girişebileceğim yargısına vardım. Öyle ki, bunu bu düşünceleri elde ettiğim soba başında daha uzun süre kapanıp kalmaktan çok insanlarla konuşarak daha iyi başaracağımı umuyordum, kış daha bitmeden yola koyuldum. Sonra, dokuz yıl boyunca dünyada orada burada dolaşmaktan başka bir şey yapmadım; dünyada oynanan tüm komedilerde oyuncu olmaktan çok izleyici olmaya çalışarak kuşku götürebilecek ve bizi yanıltabilecek her konu üzerinde özellikle düşünerek, zihnimden, ona daha önce sızmış olabilecek tüm yanlışları temizliyordum. Bunun için, kuşkulanmak için kuşkulanan ve her zaman çözümsüz olmayı isteyen kuşkuları örnek alıyor değildim: çünkü, tersine, tüm amacım kesin olarak güvenli olmaya ve kayayı ya da kili bulmak için kaygan toprağı ve kumu atmaya yönelmekti. Sanırım bu da benim oldukça başarılı olmamı sağlıyordu, öyle ki incelediğim önermelerin yanlışlığını ya da kesinliksizliğini zayıf sanılarla değil, açık ve güvenli usavurmalarla ortaya çıkarmaya çalışırken, onlarda çok kuşku götürür şeylerle karşılaşmadım, kesin hiçbir şey içermedikleri zaman bile onlardan her zaman oldukça kesin bazı sonuçlar çıkarıyordum. Eski bir evi yıkarken onun yıkıntılarını doğal olarak yenisini yapmakta kullanmak için sakladığımız gibi, kötü temellendirilmiş diye düşündüğüm görüşlerimin tümünü yıkarken çeşitli gözlemler yapıyordum ve birçok deney kazanıyordum, bunlar o zamandan beri daha kesin görüşleri oluşturmakta bana yardımcı oldular. Ayrıca, kendim için ortaya koyduğum yöntemi kullanmayı sürdürüyordum; çünkü genel olarak tüm düşüncelerimi onun kurallarına göre yönlendirmenin ötesinde, zaman zaman kendime birkaç saat ayırıp onu özel olarak matematiğin güçlüklerine ya da bu kitapta açıklanmış olan birçoğunda göreceğiniz gibi, öbür bilimlerin yeterince sağlam bulmadığım tüm ilkelerinden ayrı tutarak matematiklerdeki güçlüklerle az çok benzer kıldığım başka güçlüklere uyguluyordum. Böylece, görünüşte tatlı ve masum bir yaşam geçirmekten başka bir işi olmadığından hazları kötülüklerden ayırmakla uğraşan ve boş vakitlerinde sıkılmamak için yaraşır olan tüm eğlencelerden yararlanan biri gibi, belki kitap okumaktan ya da bilim adamlarıyla görüşmekten daha çok amacımı sürdürmeyi ve doğrunun bilgisinden yararlanmayı elden bırakmıyordum.

Bununla birlikte, bilginler arasında tartışılagelen güçlüklerle ilgili seçimimi yapmadan, geçerli felsefeden daha kesin hiçbir felsefenin temellerini araştırmaya başlamadan, bu dokuz yıl gelip geçti. Daha önce aynı amaçları olsa da başaramadığını sandığım birçok üstün insan örneği bana o kadar çok güçlük düşündürdü ki bazılarının başardığım söylentisini yaydığını görmeseydim, belki de o an bu işe girişmeye cesaret edemezdim. Bu görüşü neye dayandırdıklarını söyleyemiyorum; konuşmalarımın buna bazı katkıları olduysa, bu biraz okumuş olanların yapma alışkanlığında olmadığı gibi, bilmediğim şeyi en içtenlikle dosdoğru söyleyerek ve belki de hiçbir öğretiyle övünmeden daha çok başkalarının kesin saydığı pek çok şeyden kuşkulanıyor oluşumun nedenlerin göstermem olmuş olmalıdır. Ama kendini olduğundan başka biri gibi almak istemeyecek kadar onurlu olduğum için, bana verilen üne yaraşır olmaya tüm araçları kullanarak çalışmam gerektiğini düşünüyordum; tam sekiz yıl önce bu arzuyla tanıdıklarımın bulunabileceği her yerden uzaklaşmaya ve buraya (24) çekilmeye karar verdim, bu ülkede uzun süren savaş (25) öyle bir düzen kurmuştur ki orada bulunan ordular ancak barışın meyvalarından olabildiğince güvenli bir biçimde yararlanmayı sağlasın diye oluşturulmuş gibidir; böylece çok etkin ve başkalarının işlerine meraklı olmaktan çok, kendi işlerinde çok özenli olan büyük bir insan kalabalığının arasında, en kalabalık kentlerde, hiçbir kolaylıktan yoksun kalmadan en uzak çöllerdeki kadar yalnız ve kopmuş yaşayabildim.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Orada üzerinde durduğum ilk düşüncelerden söz etmeli miyim bilmem; çünkü onlar öylesine metafizik (26) ve öylesine herkesi ilgilendirmeyen düşüncelerdir ki onlar belki de herkesin beğenisine uygun düşmeyecektir. Bununla birlikte edindiğim temellerin oldukça sağlam oldukları yargısına varılabilmesi için, ondan bir biçimde söz etmek zorundayım. Yukarıda söylendiği gibi, görenekler sözkonusu olduğunda, oldukça kesinliksiz olduğu bilinen görüşlerin bazen kuşku götürmez görüşler gibi alınması gerektiğini çoktandır belirtmiştim; ama o sırada yalnızca doğruyu araştırmakla uğraşmak istediğimden, tam tersini yapmam ve kendilerinden en küçük bir kuşku duyabileceğim her şeyi bundan sonra inancımda tümüyle kuşku götürmez bazı şeylerin kalmış olup olmadığını görmek için mutlak olarak yanlış diye atmam gerektiğini düşünüyordum. Böylece duyularımız bazen iyi aldattığı için, onların bize düşündürdüğü biçimde herhangi bir şeyin varolmadığını varsaymak istedim. Çünkü geometrinin en basit konularıyla ilgili olarak bile usavurmalar yaparken yanılan ve mantık yanlışları yapan insanlar olduğu için, benim de başkaları kadar yanılabileceğim yargısına vararak, daha önce göstermeler için aldığım tüm nedenleri yanlış diye atıyordum. Sonunda uyanıkken zihnimde bulunan bazı düşüncelerin, hiçbiri doğru olmamakla birlikte, uyurken de aklıma gelebildiğini görerek, o zamana kadar zihnime girmiş olan tüm şeylerin düşlerimdeki yanılsamalar kadar doğru olabileceğini varsaymaya karar verdim (27). Ama hemen sonra, böylece her şeyin yanlış olduğunu düşünmek istediğim sırada, bunu düşünen "ben"in zorunlu olarak herhangi bir şey olması gerektiğini gördüm. Düşünüyorum öyleyse varım doğrusunun kuşkucuların tüm aşırı varsayımlarıyla sarsılmayacak kadar sağlam ve güvenli olduğunu belirlerken, bu doğruyu, araştırdığım felsefenin ilk ilkesi olarak hiçbir kuşkuya düşmeden alabileceğime karar verdim.

Sonra, ne olduğumu dikkatle inceleyerek, hiçbir bedenim olmadığını, bulunabileceğim hiçbir dünya, hiçbir yer olmadığını varsayabileceğimi, ama buna göre varolmadığını varsayamayacağımı, tersine başka şeylerin doğruluğundan kuşkulanmayı düşünüyor oluşumdan varolduğum sonucunun apaçık ve kesin bir biçimde ortaya çıktığını, oysa düşünmeyi bıraksaydım tasarladığım tüm başka şeyler doğru olsalar bile varolduğuma inanmam için elimde hiçbir neden bulunmadığını görerek, tüm özü ya da doğası düşünmekten başka bir şey olmayan ve varolmak için herhangi bir yere gereksinimi olmayan, herhangi maddesel bir şeye bağımlı olamayan bir töz olduğumu anladım. Öyle ki bu ben yani kendisiyle neysem o olduğum ruh, bedenden tümüyle ayrıdır, hatta bedenden daha kolay tanınır ve beden olmadığında bile o kendisi olmaktan çıkmaz.

Bundan sonra genellikle bir önermenin doğru ve kesin olması için gereken şeyi inceleyecektim; çünkü böyle olduğunu bildiğim bir önerme bulduğuma göre, bu kesinliğin neye dayandığını da bilmem gerektiğini düşündüm. O düşünüyorum öyleyse varım'da düşünmek için varolmak gerektiğini çok açık görmemden başka bana doğruyu söylediğime güvenmemi sağlayan hiçbir şeyin olmadığını görerek, çok açık ve çok seçik kavradığım şeylerin hep doğru olduğunu, ama yalnızca seçik olarak kavradığımız şeylerin neler olduğunu iyi belirlemekte bazı güçlükler bulunduğunu genel kural olarak alabileceğim yargısına vardım.

Bundan sonra, kuşkulandığım şey üzerine ve buna göre varlığımın tümüyle yetkin olmayışı üzerine düşünerek, bilmenin kuşkulanmaktan daha büyük bir yetkinli

Şimdi bir de ilgili bu yazıya bakmanızı öneririm:

Bir Bilim Adamının Romanı


Bu yazıdan neden arkadaşlarınız da yararlanmasın ki!...
vvvvvvvv   Beğen'e tıklayın ki haberleri olsun   ;)


Takip edilmekten korkmuyoruz!.. Takip için tıklayın: twitter.com/bilimbilmek

Anahtar sözcükler: bilim, bilim teknik, Descartes, Yöntem Üzerine Konuşma

Benzer Yazılar


Referans bilgisi: "Descartes - Yöntem Üzerine Konuşma", 2000 , Bilim Bilmek sitesi, /tr/descartes-yontem-uzerine-konusma.html


 Bu sayfayı Facebook'ta paylaşın.

 Bu sayfayı Twitter'da paylaşın.


[Sip Sak Ceviri]
^.